Eskiden hayat biraz daha insana benzerdi; evlerin kapısı iyiliğe açıktı, sokakların dili vardı, kalpler birbirine daha yakındı. Şimdi ise her şey hızlandı, ruhlarımız eksildi, konuşmalarımız kısaldı ve sessizliklerimiz çoğaldı. Modern zaman, görünmez bir gölge gibi üzerimize çöktü: İnsan giderek yalnızlaşıyor, kendi evinin içinde bile kendine yabancılaşıyor.
Çağımızın hastalığı tam da burada büyüyor. Bir aradayız ama birbirimizin sesini duyamıyoruz. Aynı evin içinde dolaşan yabancılar gibiyiz. Aynı sofrada oturuyoruz, ama düşüncelerimiz kilometrelerce uzakta. Evlilikler yavaş yavaş çatlıyor; aile dediğimiz o sıcak yuva, bireylerin kendi iç odalarına kapanıp dünyayla bağlarını kopardıkları soğuk bir mekâna dönüşüyor. Çatı aynı, nefes aynı… fakat gönüller birbirine temas etmiyor.
Kültür erozyonu ise bu yalnızlığı daha da derinleştiriyor. Eskilerin sabrı, vakarını, merhametini taşıyan değerler avuçlarımızdan kum gibi akıp gidiyor. Paylaşmanın, dayanışmanın, helalleşmenin, “insan olmanın” özü giderek silikleşiyor. Bizi biz yapan ne varsa, hızla değişen zamanın gürültüsünde kayboluyor. İnsan kendine yabancılaştıkça, sahip olduğu her şey anlamını yitiriyor.
En acısı ise kendimizle yüzleşme cesaretimizi kaybetmiş olmamız. Aynaya bakıyoruz, ama oradaki yüz bize ait değilmiş gibi. Kim olduğumuzu, ne istediğimizi, nereye gittiğimizi hatırlamıyoruz. “Ben kimim?” sorusu bir nehir gibi içimizden geçiyor ama biz o nehri duymamayı seçiyoruz. Çünkü cevaplar ürkütüyor. Cevaplardan kaçtıkça yalnızlık büyüyor, karanlık içimizde kök salıyor.
Ve sonunda insan kendini bir zirvede buluyor: yüksek, ıssız, sessiz bir yerde.
Zirvedeki yalnızlık…
Dışarıdan bakınca güçlü duruyoruz belki; başarılı, ayakta, dirençli. Ama içimizde kimsenin duymadığı derin bir ürperti var. Zirve, kalabalıkların değil, sessizliğin mekânı. İnsanı kendisiyle baş başa bırakan, kaçacak yer bırakmayan en keskin yüzleşme noktası.
Fakat bu yalnızlık, bir uyanış değil, insanlığın gizli çöküşüdür. Yükseğe çıktıkça sandığımız gibi büyümüyoruz; aksine, kalbimizi, sesimizi, bizi biz yapan sıcaklığı kaybediyoruz. Eğer bu yol böyle sürerse bir gün zirvede çok daha acı bir gerçekle karşılaşacağız:
Kimsenin bizi aramadığı, kimsenin yokluğumuzu fark etmediği, kimsenin adımızı anmadığı bir dünya…
İnsan için en büyük kayıp budur.
Sevilmemek değil, hatırlanmamaktır.
Konuşamamak değil, kimsenin çağırmamasıdır.
Zirvedeki yalnızlık, bir başarı değil; insanın kendi kalbine ettiği en ağır ihanettir.
Ve sonunda şu sorular kalır geriye:
Zirveye çıkarken kimi kaybettik?
Ve en sonunda, kendimizi de kaybettiğimizi ne zaman anlayacağız?