Bir zamanlar sofralarımıza düşen her lokma, kendi toprağımızın bereketinden, kendi insanımızın alın terinden gelirdi. Elmayı Amasya’dan, inciri Aydın’dan, fındığı Karadeniz’den, buğdayı Orta Anadolu’dan bilirdik. “Yerli malı, yurdun malı; herkes onu kullanmalı” sözü yalnız bir slogan değil, bir milletin yeniden ayağa kalkışının, kendi varlığına sahip çıkışının ifadesiydi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yoksulluktan yeni çıkan bir millet vardı; ama o yoksulluğun içinde yanan bir inanç da vardı: Kendi kendine yetmek! Atatürk’ün önderliğinde açılan fabrikalar, sadece üretim yerleri değil, bağımsızlığın temelleriydi. Uşak Şeker Fabrikası’ndan Kayseri Uçak Fabrikası’na, Sümerbank’tan Etibank’a kadar her tuğla, “Biz yaparız!” diyen bir sesin yankısıydı. Yurdun dört bir yanında bacalar tütüyor, makineler çalışıyor, insanın emeğiyle toprağın bereketi birleşiyordu.
Kabotaj Bayramı da işte bu ruhun denizlerdeki yankısıydı. 1 Temmuz 1926’da Türk denizleri yeniden Türk’ün oldu. Yabancı gemilere kapatılan limanlar, artık kendi bayrağımızın dalgalandığı, kendi kaptanlarımızın dümen tuttuğu yerlerdi. O gün, sadece denizlere değil, kendi kaderimize de sahip çıkmanın günüydü.
Yerli Malı Haftası ise bu bilinci yeni nesillere taşımak içindi. Çocuklar okullarda, ellerinde elma, portakal, cevizle “yerli malı haftası” kutlarken aslında bir mirası yaşatıyorlardı. O sofralarda sadece meyve yoktu; minnettarlık vardı, özlem vardı. Kendi köklerimize, kendi üretimimize, kendi insanımıza duyduğumuz bir özlem…
Bugün market raflarında yabancı markalar, ithal ürünler, plastik tatlar arasında kayboluyoruz. Oysa bir zamanlar, Pendik’in bahçesinden gelen domatesin kokusu, Erzincan peynirinin tuzu, Kars balının tadı bize “yerli” olmanın huzurunu verirdi. Şimdi o günlere duyulan hasret, bir vicdan çağrısı gibi yankılanıyor: Kendi malına, kendi emeğine, kendi yurduna dön!
Yerli malı, sadece bir ekonomi politikası değil; bir kültür, bir bilinç, bir onur meselesidir. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, dışa bağımlı değil; üretken, kendi ayakları üzerinde duran bir millet hayal etmişti. O hayali yaşatmak, bugün bizlerin görevi.
Unutmayalım ki, yerli malı demek; dedemizin tarlasına, ninemizin el emeğine, Anadolu’nun bereketine sahip çıkmak demektir. O ruh yeniden canlandığında, sadece ekonomimiz değil, milli birliğimiz de güçlenir. Çünkü bir ülkenin bağımsızlığı, en çok kendi ürettiğiyle, kendi tükettiğiyle anlam kazanır.
Belki de şimdi, o eski yerli malı günlerine dönmenin, o sade ama yürekli sofraları yeniden kurmanın vaktidir. Çünkü bu topraklar, hâlâ aynı bereketi taşır. Yeter ki biz, yeniden inanmayı bilelim.