Köyün sessizliği, insanın içine işleyen bir tür zamansızlıktır. O sessizliğin içinde büyüyen bizler için hayat, şimdiki gibi ekran ışığıyla değil, toprağın kokusuyla, sabah ayazıyla, gecenin karanlığıyla aydınlanırdı.
Bugün dönüp baktığımda, kendi kendime soruyorum: Nerede o eski insanlar?
Nerede o yokluk içinde varlığı kuran, karanlıkta bile yolunu bulan yürekler?
Biz çocukken traktörler yeni yeni köylere uğramaya başlamıştı. Tarımın yükünü hâlâ öküzler taşırdı; Öküz arabalarıyla, tırpanlarla, dirgenlerle, tırmıklarla, çayırlarla ve tarlalarla kurulmuş bir hayat… Ekin dediğin, öküzün sabırla attığı adımların bereketiydi. Tırpanın sesi, güneş doğmadan başlanmış bir günün en gür sesiydi. Çayırdan kaldırdığımız hasadı öküz arabasına yükleyip köyün yoluna düşmek, bir çocuğun hafızasında yer edecek kadar ağır, bir o kadar da onurlu bir işti.
Bir gün…
Hiç unutmam.
Babam bizi sabah değil, gecenin tam ortasında, saat üçte uyandırmıştı. Karanlık dediğin, göğsüne çöken bir ağırlık gibiydi. Ne ay görünürdü ne yıldız; yalnızca soğuk, yalnızca sessizlik ve yalnızca yol…
Traktörle gitsek yirmi dakikalık yoldu belki. Ama öküz arabasıyla bir buçuk saatte varırdın. Yolda tekerin gıcırtısını, öküzün derin derin aldığı nefesi, babamın arada bir “Hadi bismillah” deyişini dinlerdik.
Varacağımız yer: Ofçes denen çayır dağlık bir arazi.
Gün daha yeni kızarmaya başlamıştı. Güneş doğmamış, yalnızca utangaç bir aydınlık ufku yoklamıştı. Ayaz yüzümüzü kesiyor, ellerimizi uyuşturuyordu. Oracıkta küçük bir ateş yaktık ısınmak için; dumanı hem gözümüzü yaşartır hem içimizi ısıtırdı.
Sonra başladı yükleme…
Öküz arabasını doldurdukça doldurduk.
Kalın urganlarla sağını solunu bağladık.
“Ya Allah, bismillah” deyip köyün yolunu tuttuk.
O yükün ağırlığı kadar imkansızlıkta da vardı yaşamımızda; ama insan kendi imkansızlığının altında ezilmeyi değil, onu taşımayı öğrendi mi, işte o zaman asıl insan olurdu.
Biz zorluk gördük…
Ama asıl zorluğu babalarımız, dedelerimiz yaşadı.
Onlar hem zorluk gördü, hem imkansılık, hemde çile.
Ama yılmadılar.
Gece üçte kalkıp işe giden bir kararlılık…
Bir ekmeği üç kişi paylaşırken bile şükreden bir gönül…
Toprak kadar sade, kaya kadar sağlam bir irade…
Bugün ise insanlık bambaşka bir yere evrildi.
Eli akıllı telefondan düşmeyen bir nesil…
Masasında hesap makinesi olmadan işlem yapamayan esnaf…
Her adımını teknolojiye teslim etmiş bir toplum…
O günlerdeki o azmin zaferi, bugün yerini tuşlara, uygulamalara, hazır hesaplara bıraktı.
Şimdi herkes, görünmez zincirlerle teknolojiye bağlı; zaman yönetmez insanı, telefon yönetiyor. Dünyayla bağı güçlenen insanların, kendisiyle bağı zayıfladıkça zayıflıyor.
Ama ben bazen gece sessizliğinde, bazen gündüz trafik çilesinde beklerken düşünüyorum:
Nerede o eski insanlar?
Nerede o sabırla yoğrulmuş yürekler?
Nerede o yoklukta bile var eden, üşüyerek bile çalışan, karanlıktan korkmadan yola düşen insanlar?
Belki de artık geriye sadece hatıralar kaldı…
Toprağın kokusu, öküz arabasının gıcırtısı, sabah ayazı, babamın “Hadi oğlum, kalkıyoruz” diyen sesi…
Ve o insanların bize bıraktığı en büyük miras:
Azmin, gayretin, helal lokmanın şerefi.
Bugünün dünyasında çok şey değişti.
Belki imkânlarımız çoğaldı, belki yollar kısaldı…
Ama gönüller uzun zamandır yorgun.
Belki de o eski insanlar kaybolmadı;
biz, onların yaşadığı dünyadan çok uzaklaştık.
Ve bazen içimden sessizce şöyle diyorum:
Keşke insanlık, ilerlerken kaybettiği yüreği de bulabilse…



