YAŞAR GELER


YERELDE VE EVRENSELDE SİYASET

Yaşar Geler'in yeni yazısı...


Siyaset sözcüğü 1500’lü yıllarda kullanılmaya başlanmıştır. Siyaset genel bir ifadeyle,’’ insanları yurttaşlık düzeyinde etkilemek ve yönetebilmektir’’ denilebilir. Eski Yunan’daki ilk demokrasilerden beri anlam genişlemesine uğramıştır. Hükümet uygulamalarını yürütmek, bir topluluğun kontrol ve ikna edilmesi ya da herhangi bir konuda uzlaşma ve yürütme çabaları anlamına da gelebilmektedir.
   Siyaset, güncel sözlükte ise: ‘’Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış biçimidir.’’ şeklinde yer almaktadır.
   Anlamları farklı olsa da eş anlamlı gibi görünen politika sözcüğü ise, güncel sözlükte: ‘’Devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünüdür’’ şeklinde görebilmekteyiz. Politika sözcüğü 20. yüzyıl itibariyle yaygınlaştı. Bu kavramları böylece açıkladıktan sonra ülkemizde ve dünyada siyaset kurumunun nasıl işlediği ve bizim siyaseti nasıl algıladığımızı ve anladığımızı irdelemek istiyorum.
   Ta ki Osmanlı Devleti döneminden itibaren her ne kadar tek kişilik yönetimlerin olduğunu bilsek de siyaset yapıldığını ve alınan her kararın bir siyaset içerdiğini anlayabiliyoruz. Tarihsel genel verilerden ve kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre devlet yönetimleri hep babadan oğula geçmiştir. Bu süreç bile aslında bir siyaset gereğidir. Her ne kadar tek kişilik siyaset oluşsa da sonucuna baktığımızda ve halkının kaderini etkileyici kararların alındığını görmekteyiz. Ülkede yaşayan insanlar arasında sanki başka aklı çalışan, devlet yönetme yeteneği bulunan hiçbir insan yokmuş gibi hep oğullardan, oğul yoksa kardeşlerden, damatlardan vb. kişiliklerden seçildiğini gözlemlemekteyiz. Bu durumun aslında ne kadar zorlu süreçleri de beraberinde getirdiğini görmekteyiz. En zorlu süreçler de özellikle kardeş kıyımlarına, yakın aile düşmanlıklarına, entrikalara açık olduğu bilinmektedir. Özellikle saray çevreleri içerisinde kalan insanların devlet yönetme gibi sorumluluklarının olduğu, saray dışı insanların buna uygun görülmediği, neredeyse yok sayıldığı süreçlerdir bu süreçler.
   Yakın tarihimizde ise, yani cumhuriyet döneminden söz ediyorum, her ne kadar devlet yönetim biçimi değişiklik göstermeye başlamışsa da seçen ve seçilen insan kitleleri cumhuriyet öncesi dönemi pek te aratmıyor diyebiliriz. Şimdi ne demek istediğimi sorar olduğunuzu hissedebiliyorum. Yani Osmanlı dönemi farklı bir devlet yönetim biçimi, Cumhuriyet ise, tamamen farklı bir yönetim biçimidir. Evet, buraya kadarı doğrudur. Devletin yönetim ilkelerinde önemli değişiklikler olmuştur. Çok önemli devrimler gerçekleştirilmiştir. Kadınlarımız eğitim ve sosyal hayatın içine katılmış, seçme ve seçilme hakları verilmiştir. Önemli harf devrimleri gerçekleşmiş, Tevhidi Tedrisat dediğimiz öğretimin birleştirilmesi yasaları çıkarılmış, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Daha onlarca, yüzlerce hatta binlerce değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Buraya kadar yapılan tüm reformların önünde saygıyla eğilmek boynumuzun borcudur. Fakat asıl olan bir değişikliği gerçekleştiremediğimizi görüyorum. Şimdi bu kadar değişim yapılmış ta asıl olan değişiklik ne olur ki? Sorusunu sorduğunuzu düşünüyorum. Evet, çok önemsediğim konu yıllardır aklımdan çıkmaz oldu. Sürekli beynimi kemirip duruyor. Bu ülkenin, cumhuriyetle birlikte nüfusu yaklaşık yirmi milyonlardan geliyor. İlk dönemlerde temsil etme ve edilme noktasında bir sıkıntı gözükmüyor. Hemen her yöreden ve her kesimden insanlar hayatın her alanında görev alırlar. Mecliste temsil edilme de buna benzerdir. Fakat zaman geçtikçe görülmeye başlandı ki özellikle yasa yapma, devlet yönetme ve kamu da görev alma noktasında sanki Osmanlı devlet yönetme modeline geri dönülmeye başlandı. Yakın tarihi inceliyorum, okuyorum ve görüyorum ki sanki ülkede onlarca milyon insan yokmuş, bu insanlar eğitim almamış ve devlet yönetme yetenekleri gelişmemiş gibi hep aynı sülalelerden insanlar siyaset yapıyor. Aynı ailenin bireyleri neredeyse devletin her kademesinde yerleşikler. Baba bir şekilde sistemin dışına çıktığında hemen yerini oğul dolduruyor. Oğul yoksa kızı yerleşiyor. Kızı yoksa kardeşi görev alıyor. Kardeş yoksa damatlar ya da gelinler sisteme yerleştiriliyor. Bu zümre ise, ülkenin azınlık kesimini temsil eden kitlelerdir. Yani demokrasinin gereği olan, ‘’azınlıklar çoğunluklara tabi olur ya da azınlıklar da bir şekilde temsil edilirler’’ ilkesi yerlerde sürükleniyor. Neredeyse tüm siyasi örgütlerin liderleri çalışacakları kişileri tabandan gelecek sese kulak vermeden kendi öncelikleriyle belirlemeye çalışıyorlar hatta belirliyorlar. Peki, o halde şimdi soralım: Bizim demokrasi ilkemiz ve anlayışımız nerede? Her ne kadar ülkemizin gerçeklerinden yola çıkarak anlatımlar yaptıysam da bu durumun dünya ülkelerinde de pek farklı olmadığını bilmekteyiz. Özellikle süper güç dediğimiz ya da ileri demokrasi uygulanıyor dediğimiz Amerika’da bile aynı şekilde yürüyor. Örneğin; Adamslar, Kennedyler, Bushlar, Clintonlar vb. gibi. Aslında daha birçok Arap ülkelerinde, Asya ülkelerinde, Avrupa ülkelerinde de farklı olmadığını görüyoruz. Yani yüz milyonluk Amerika bazı ailelerin dışında devlet yöneticisi yetiştiremiyor. Aslında her ülke de devletleri yönetecek yetenekte milyonlarca insan var ama herkese niye versinler ki? Nasılsa gidişten herkes memnun! Devletlerde liyakat var mı, yok mu kimsenin derdi değil. Liyakatli insan ezilmez, boyun eğmez. Kanun ve kurallar çerçevesinde işini yapar. Hiç bu tür bir insan kimsenin işine gelir mi? Hepimiz biliyoruz ki gelmez. 
   En küçük siyasi parti yönetimlerine bakıyorum, hep ahbap çavuş ilişkileriyle yerleşmişler. Adı demokrasi olmuş. Yerel yönetimlere bakıyorum, babadan oğula ya da sülaleden sülaleye akrabalarla dolu. Liyakat yerlerde geziniyor. Yani madem akrabalık ilişkileriyle alacaksın bari işe uygun adam al. Adama iş bulma ya da adama iş uydurma ile yönetmeye çalışma. Peki, ülkedeki mutsuz çoğunluk ne olacak? Onların hiç mi yönetme hakları olmayacak? Onların hiç mi rahat yaşama olanakları olmayacak? Bir yerde on binlerce lira maaşla geçinemiyorum diye ağlayan insanlar varken, diğer yanda bin liralarla yaşama tutunmaya çalışan insanların hakları ne olacak? Bir yerde birçok hastalığın neden olduğu sağlık sorunlarını aşamayan, tedavi olmakta zorlanan, ilaç alamadığı için ya da ilaçları SGK kapsamı dışında olduğundan ilacını alamayan ve ölen insanlar varken diğer yanda o garibana verilen maaş kadarını bir kafede tüketen insanların varlığı ne olacak?
    Siyaset ve politikada ilkeler olmadıkça, her kesim eşit şekilde temsil edilemedikçe dünyanın neresinde olursanız olun hiçbir şey değişmez. Yerelden evrensele siyaset yaşamında mutlak değişimler olmalıdır. Ülkelerin en ücra köşelerinde ki insanların da temsil etme ve edilme hakları gerçekleştirilmelidir. Değişen dünya yaşam koşullarında, bilimin ışığında birçok değişimler yaşanırken, siyaset alanında neden bu tür olumlu değişimler yaşanılmaz, anlamakta zorlanıyoruz. Örneğin; bir ülkenin Tarım ve Hayvancılık Bakanı neden bir çiftçi olmasın?
    Yerelden evrensele hiçbir şey fark etmiyor. Siyasetin yeri, zamanı, ırkı, dili, dini, imanı, mezhebi vb. olmuyor. Demek ki, insanın doğasında bu yönde bir değişimin olması kısıtlanmıştır. Ne yazık ki kısıtlı siyasi anlayışın içerisinden en iyisini bulmaya çalışan dünya insanları vardır.