Olcay Kasımoğlu


ŞUURLU VE VİCDANLI HALK LAZIM

Geçmişi anlamak, bugünü anlamak yetimizi belirler…


Köy Enstitüleri, dönemin ihtiyaçlarından doğmuştur. Bu ihtiyaca cevap vermek için gereken eğitim, kültür, siyasi ve sosyal alt yapısının sağlanması görevi dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e düşmüştür. Yücel, bu görevini Enstitülerin kuruluşu ve gelişiminde İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte çalışarak başarıyla yürütmüştür. 
Bugünün anısına romanım “Buzla Bahar Arasında” geçen köy ensitüleri ile ilgili  bölümü paylaşmak isterim:
"Baran hayatında ilk kez kendini dedesine bu kadar yakın hissetmişti. Bütün ruhuyla, bedeniyle dedesinin ağzından çıkan her söze vermişti kendini. 
‘’Bu deden var ya altmış sekiz kuşağının deli fişeklerindendi. O zamanlar köy enstitülerinin yetiştirdiği aydınlanmış öğretmenler vardı.
Ben de öğretmen olmak istiyordum, gel gör ki siyasetin fırtınası düşlerimizi biçti geçti. Kars’a bağlı Cilavuz Öğretmen Okulu vardı. Kısa bir dönem devam ettim. O zamanlar siyası eylemler vardı, çok aktif çalıştım. Okula zaman ayırmadım. Gitmeyince de okulla ilişiğim kesilmiş oldu.  
Hayatımdaki en büyük keşkemdir okulu bırakmam. Her hatırladığımda ciğerime ok gibi saplanır. İnsan canı tezdir, düşünmeden yol çizer. Çizdim, sonuçlarını da yaşadım.
—Dede, Köy Enstitüleri ne demek?
—Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihinde açılmış okullardı. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetmişti. Cumhuriyet Türkiye'sinin ülke gerçeğine, kendi öz kaynaklarına dayalı olarak kurduğu bir eğitim sisteminin adıydı aynı zamanda köy enstitüleri. Yabana muhtaç olmadan kendini yeniden üreten, öğrencileri üretken bilgi ve beceriyle donatan bir eğitim kurumunun adıydı köy enstitüleri. Bu okullara, ilkokul 5. sınıfı bitirenler alınırdı. Birde köylerde okuma yazma bilenler altı ay kurs görerek eğitmen olurlardı. Bu eğitmenlerin üç yıl okuttukları çocuklara, iki yılda hazırlık sınıfı okutulurdu. Bu çocuklar da Köy Enstitülerine alınırdı. Sayıları yirmiye ulaşan Köy Enstitülerinde genel bilgi ve kültür derslerinin yanı sıra tarımsal  bilgi, teknik bilgi ve beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı dersler ağırlıkta idi. Böylece Enstitüleri kendi alt yapı sorunlarını da devlete yük olmadan kendi üretkenliği içinde çözülmüş oluyordu.
Dedesi anlattıkça Baran’ın hayranlığı artıyor, dinledikçe mutlu oluyordu.
 —Peki dede, Köy Enstitüleri niye kapatıldı?
—Baran'ım bu soruya en güzel cevabı dönemin Milletvekili Kinyas Kartal vermişti. Aynı zamanda toprak ağası olan Kinyas Kartal, yıllar sonra Köy Enstitülerinin neden kapatıldığına ilişkin soruya ‘ Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. DP ile pazarlığa girdik, kapattık’ diye cevap vermişti. Bu açıklama kulaklarımızdan hiç silinmedi torunum.
—Ya kapatılmasaydı dede, neler olurdu?
—Okumayan çocuk kalmazdı. Eğitim paralı olmazdı. Değerlendirilmeyen toprak kalmazdı. Büyük şehirlere göç olmazdı.
 —Çok üzüldüm dedeciğim. Bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum.
—Çok önemliydi çok. Eğitim, insanları yaşamlarına katkı sağlayacak bilim ve teknolojiye yönlendirmelidir. Herkes bundan karşılıksız, eşit olarak yararlanabilmelidir. 
Köy Enstitüleri bu amaca hizmet etmek için kurulmuştu. Köy Enstitüleri kapatılmakla Türkiye'de yaşayan köy halkının ve okuma imkânı olmayan birçok insanın eğitim hakkı elinden alınmış oldu. Eğitimin ulaşmadığı, uğramadığı yerlerde köylerden kente göçler başladı.
              O gün Baran’ın şaşırma günüydü. Meğer dedesi derin akan nehirler gibiymiş de haberi yokmuş. Utandı.  Dedesine hem yakın hem bir o kadar uzakmış. Her ne kadar bunda dedesinin payı olsa da için için üzüldü.  Aklından bunları geçirirken dedesi elini omzuna koyup:
—Söylediklerimi iyi dinle torunum, olgunlaşmak sadece acı çekmekle olmaz, olmamalı. Acıyla tanışmak acıyı yaşamak insanları eğitir doğrudur ama tek başına yaşam olgunluğu için yeterli değildir. Yaşadığımız şeylerden ders alabiliyorsak ancak o zaman olgunlaşırız. Bunu acı- tatlı diye sınıflamak yersiz ancak ikisini de birlikte yaşarsak olgunlaşabiliriz.
—O zaman sadece gülmek yetmiyor değil mi dede?
—Yetmiyor. Her şey kendi içinde bir anlam taşır. Önemli olan o anlamı yakalamak. Güldüğün zaman sana ders veren, seni düşünmeye sevk eden,  kısacası güldürürken, acı çekerken olgunlaştıran birçok film, kitap, tiyatro var bu hayatta. Ah bir bilsen Baran’ım, Köy Enstitüleri’nin en büyük hedeflerinden biri de buydu. Sanatı insan yaşamında etkin kılmak. Sanat, insan yaşamını anlamlı kılmak için vardır. Hayatımıza yeni soluklar, yeni bakış açıları getirir. Neyi neden, niçin, niye yaptığımızın farkına varmaya başlarız. Sanat, daha iyi seçenekler, ön yargıdan uzak doğru kararlar ve yargılar için bizi teşvik eder. Bir kitabı okurken bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli, doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz. Bunu bize sağlayan en temel işlevsel eylem hiç kuşku yok ki sanat ve sanatın yapıcılarıdır. Buna ulaşmanın yolu sanatın toplum yaşamında yadsınamaz bir şekilde var olması, işlevsel boyutuyla yer almasıdır, derken engin bilgi ve görgüsü torununu gururlandırmıştı.
—O zaman dediğin şuna mı geliyor dedeciğim? Kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun insana bir değer katıyorsa anlam ifade eder.
—Kesinlikle doğru Baran’ım. İnsan sorgulayan, yenilenen ve sonra yeniden yenilenen bir varlıktır. Kendine değer ve mana katan her şeyi kucaklamalı. Döngünün bizden istediği de budur aslında.
Baran dönüp ninesine baktı. Dedesine bakan ninesinin yüzü ışıl ışıldı. Kocasıyla gurur duyuyordu. Baran, şimdi daha iyi anlıyordu ninesinin dedesine duyduğu hayranlığın ve sevginin derinliğini."