www.cildirgoyce.com

YAŞAR GELER


ÖMER´ İN ÇAYIRI


      Bizim yaş gurubumuzda olanlar, birkaç yaş büyükler ya da birkaç küçükler bilirler Ömer´in Çayırı´nı. Allah rahmet eylesin Ömer Kılıç amcaya. Çıldır´ın yerlilerindendi Ömer amca. Çıldır´ın meşhur Karaçay´ının hemen yanı başında yer alırdı Ömer´in Çayırı. Burası hem Ömer amcanın hayvanlarına ot yetiştirir hem de biz Çıldır´ın çocukları ve gençlerine stadyum görevi yapardı. Her çocuk orada futbol oynamak için adeta zamanla ve birbirleriyle yarışırlardı. Okuldaysak eğer, ?´keşke okul hemen bitse de çayıra gidebilsek, arkadaşlarımızla buluşabilsek ve meşhur maçımızı yapabilsek´´ diye çırpınır dururduk. Abartı olmasın ama hemen hemen her gün bu nakarat tekrarlar giderdi.
     İki takım kurulur ve bu takımlar değişmez oyunculardan oluşurdu. Bu takımlarda olan ve oynayan oyuncular, Çıldır´ın yerlisi olan küçücük minik ve şirin ilçenin komşu çocuklarıydı. Bu takımda kimler yoktu ki; as oyuncular, Yakup Onur, Faruk Onur, Mecit Kafkas, Adnan Coşkun, Metin Coşkun, Cengiz Yücak, Yaşar Geler, Akif Bozkurt, rahmetli Atalay Yılmaz, Metin Yılmaz, Fuat Yılmaz, Kıyas Yılmaz, Yakup Azizoğlu, Bahattin Özcan, Murat Havuz, Eynettin Coşar, Nebi Coşkun, İshak Coşkun, Remzi Şirin, Ensar Şirin, Kubilay Aygün, Gürsel Kılıç,Yener Yılmazoğlu ve adını şimdi sayamayacağım onlarca arkadaş. Kıyasıya mücadelenin sonucunda ortaya hangi iddia konmuşsa maç sonucunda o iddia mutlaka kendi aramızda toplanan paralarla alınan yiyecek, içecek veya her neyse kardeşçe paylaştırılarak tüketilirdi. Evet işte, Ömer´in Çayırı bizim hayatımızda ayrı bir edinmişti.
     Ömer´in Çayırı´nda biz kavgaları yaşadık, küskünlükleri, kırgınlıkları, dargınlıkları, kardeşliği, dostluğu, mutluluğu, acıyı, elemi, hüznü, sevgiyi, saygıyı her birini farklı bir zamanda ama bunların hepsini yaşadık. Hem de hiç korkmadan, çekinmeden, yüksünmeden, alınmadan kardeşçe ve insanca yaşadık. Zaten minik ilçemizin sınırlı koşullarında en lüksümüz ve sosyal hayatımız futboldu. Tabi ki daha da farklı aktivitelerimiz olmadı değil. Sırasıyla onlara da değineyim kısaca. Mesela bizlerden birkaç yaş büyük olan Fuat Yılmaz abimiz vardı. Çok yetenekli ve becerikli hem de projeler üreten bir arkadaşımızdı Fuat Yılmaz. Bir gün bizlerden demir teller toplamamızı istedi. Herkes olanca imkanıyla telleri kaptığımız gibi Fuat Yılmaz´ın evinde aldık soluğu. Epeyce bir tel toplanmıştı. Ne yapacağını sorduk, ama yanıtlamadı. Sadece birkaç gün sabredin dedi. Sanırım bir hafta falan geçmişti ki, meşhur çarşıdan topladı bizi ve evlerinin önüne götürdü. Bir de ne görelim, içerisine 4-5 kişi sığacak büyüklükte kapısının dahi olduğu altı açık, tekerlekleri de demir olan bir cip modeli üretmiş. Hadi atlayın dedi ve cipin kapısını açtı. 4-5 çocuk bindik cipe, Fuat abi direksiyonu kumanda ediyor biz de yolcu rolünü oynuyorduk. Neredeyse tüm Çıldır´ı baştan başa dolaştık ciple. Keyfimize diyecek yoktu. Bundan daha güzel bir an ve mutluluk olabilir mi?
     Yine lükslerimizden birisi de bilye oynamaktı. İlçe merkezinde olmamızdan dolayı diğer köydeki yaşıtlarımıza göre daha şanslıydık, oyun ve oyuncaklar konusunda. Toplanırdık Çıldır´ın en geniş alanı olan Merkez İlkokulumuzun bahçesinde. Müthiş bir yarış, kıran kırana geçen oyun. Tabi ki bu oyunun favorisi de Yakup Onur´du. Birkaç gün içinde siler süpürür tüm bilyelerimizi üter alırdı elimizden. Yine en ünlü oyunlarımızdan birisiydi Topaç çevirme. Kimin topacı daha çok dönecek, kimin topacı daha hızlı dönüyor vb. gibi birbirimizi alt etme yarışmaları hayatımıza renk katardı.
     Farklı bir etkinliğimiz daha vardı. O da bisiklet sürmekti. Ama ne bisiklet. İlçenin tek bisikleti. Kendisi Adnan Coşkun´a aitti. Bu bisiklet çok meşhurdu ve çok özellikliydi. Bu özelliği tamamen sürücünün becerisine kalmış bir özellikti. Bisiklet, İki teker üzerinde, sadece iki kollu direksiyonu olan, çevirme pedallarının sadece demir aksamı olan ve başka hiçbir aksesuarı olmayan bir bisikletti. Bisikletin bir turu 25 kuruştu. Sürme güzergahımız da sadece Koravel (Sazlısu) köyü toprak yoluydu. Yol üzerindeki mezarlık sınırına kadar gider ve dönerdik. Bununla ilgili bir anımı da anlatmak gereği dudum şimdi. Hayatımızda yer eden önemli anlar hele de çocuksanız unutulması mümkün olmuyor. Rahmetli babam bana Ardahan´dan kahverengi rugan bir ayakkabı almıştı. Ayağımda rugan ayakkabılarım varken, Adnan´ın bisikletini kiraladım. Tam turu tamamlamış dönüyordum ki, ayağımın iç kısmının acıdığını hissettim. Durdum baktım, birde ne göreyim. Bisikletin pedallarında lastik kısım olmadığı için, demir kısma sürtünmeden ayakkabının iç kısmı delinmiş. Rugan kısım paramparça. Sadece astarı kalmış. İçim parçalandı. Bir yandan daha birkaç gün giyebildiğim bir ayakkabıya mı yanayım, babam görürse fena dayak yiyeceğime mi yanayım. İndim bisikletten hiç bir şey olmamış gibi süklüm püslüm gittim eve. Kahverengi boyayla deliği kapatmaya çalıştım ama nafile. Her yanı parlak ortası mat boya bir ayakkabıyla idare etmek zorunda kaldım bir süre.
      Bir başka zevkimiz de at binmekti. Tabi ki, kendi atımız yoktu. Vartmana (Kaşlıkaya) köyünden Çıldır´a alışveriş vb. işler gibi gelen köylüler, atlarını bizim fırının köşesine bağlarlardı. Onlar atlarını bağlar işlerini görmek için çarşıya iner inmez biz birkaç arkadaş hemen atlara atlar, Koravel Köyü yoluna sürmeye başlardık. Olanca hızımızla yarışır birkaç dakika içerisinde dönerdik ki köylüler atlarını aldığımızı fark etmesinler. Kim bilir belki de bilirlerdi, ama ya çocukluğumuza verir ya da gururumuzu incitmemek için ses çıkarmazlardı. Ne büyük zevkti at binmek, hele de kaçak göçek biniyorsanız. Kalbiniz hızla atar, adrenalin doruk noktasına ulaşır. İşte bizim çocukluklarımız böylesine heyecanla geçerdi. Bir başka oyun türümüz de çelik çomak oynamaktı. Bir kısa bir uzun iki ağaç parçasıyla oynan bir oyundu çelik çomak. Çok zevk alırdık o küçük parçanın en uzağa atılmasında. Ya çember çevirme? O da ayrı bir mükemmellikle zevk alarak çemberi döndürerek düşürmeden ya da takılmadan en uzağa taşıyabilmekti çemberi. Bu oyuncaklarımızın mimarları, ya kendimiz olurduk, ya aile bireylerimiz (abi, kardeş, ana, baba, amca, dayı vs.) ya da marangoz veya demircilerdi. Her birinde bir emek, bir göz nuru, bir akıl ve bir mantık vardı oyun ve oyuncakların. Şimdi bakıyorsunuz tüm oyuncaklar plastikten ve fabrikasyon. Çoğunda mantık bile yok. Zaten bizim ortamımız gibi mahalle çocuklarının bir araya gelmesi, gruplar oluşturması, takım ruhuyla hareket etmesi mümkün mü? Acaba şu çocuk benim çocuğumla oynarsa zarar verir mi, kötü alışkanlıklar kazandırır mı? vb. endişe verici sorular insanların aklını yer bitirir. Bu sayede de çocuğunu toplumdan ayrıştırır, izole eder, bencil ve a sosyal bir insan yetişmesine istemeyerek, ama koşullardan dolayı zemin hazırlamış olur. Eve kapalı yetişen, arkadaş ve toplumdan uzak kalan tüm dünyası sadece ve sadece telefon, bilgisayar ya da internet olan bencil bir nesil yetişip gidiyor.
    Bırakın oyun oynamayı, bizim çocukluğumuz da dersler bile gruplar halinde çalışılırdı. Sorular ortak yanıt bulur, ödevler ortak yapılırdı. Birimizin başarısı hepimizin başarısı olurdu. Sen, ben yoktu. Biz mantığı vardı. İşte bu biz mantığını yürüttüğümüz yerin merkeziydi Ömer´in Çayırı. Tüm anılarımızı gömerek geldiğimiz buralarda bile o anları hafızalarımızdan silmemiz mümkün mü? Elbette ki değil. İşte bu nedenledir ki, çocukluğumuz ve gençliğimizin geçtiği ve o anları paylaştığımız her insana hitap edip, gönlünü okşayabiliyorsam ne mutlu bana.
      Eee Ömer´in Çayırı´nı anlatırken tabi ki, kimi bizden küçük, kimi yaşıtımız, kimi de bizden büyük olan rahmetlinin çocuklarını da anmadan olmaz tabi. Bu esnada Turgut abi, Namı diğer Kıto (Bekçi Kıto) ve Osman´la birlikte adlarını anımsayamadığım diğer tüm çocuklarını da sevgiyle anıyorum.