SOSYALİST SİSTEMİN ACI HALİNE ÇILDIR İLÇESİNDEN BİR BAKIŞ

SOSYALİST SİSTEMİN ACI HALİNE ÇILDIR İLÇESİNDEN BİR BAKIŞ

Şehrinde, kasabasında, köyünde yaşayanların göğsüne gere gere

      Şehrinde, kasabasında, köyünde yaşayanların göğsüne gere gere “ben serhat şehrindenim” diye övündüğü Kars Şehrimizin Çıldır İlçesinde kaymakam olarak görev yaptığım yıllarda ben de aynı mutlu insanlar kervanı içinde yer almıştım. Hani sınırdaki her şehrimize “serhat şehir” deriz ya! Bir bilgi eksikliğinden olsa gerek, bu şehirlerimizde yaşayan kimi vatandaşlarımız “serhat şehir” tabirini yalnız kendi şehirlerine yakıştırırlar. Oysa bu terim hiçbir şehre üstünlük kazandırmaz; sadece sınır ili olduklarını ifade eder o kadar.
      Bu temelsiz övgü gerekçesini saymasak da dışardan oraya atanan bir idareci olarak bizleri mutlu eden o kadar çok neden vardı ki hangilerini yazsam bilemiyorum. Örneğin, birçoğu, neredeyse artık trafikten men edilecek kadar eski olan makam arabalarımızda il valilerinde olduğu gibi sürekli şekilde al renkli bayrağımızı dalgalandırabiliyorduk. “İsteyen her vatandaşın canı kadar sevdiği bayrağını arabasına asabilmesi kadar normal bir şey var mı ?” diyebilirsiniz. Ancak mevzuat hazretleri engeldir buna. Bir hata yapıp takıverin de görün halinizi. Türk Bayrağı Tüzüğüne muhalefet etmekten tutun da Trafik Yasasına kadar bir dizi yasaya muhalefetten yargılanırsınız; belki bu yargılama sonunda hapse girmeseniz, ama para cezasına çarptırılacağınızdan emin olun. Velhasıl böyle delice bir girişimde bulunmamanızı tavsiye ederim.
        Yine o garip yasalara göre: Valiler devleti, kaymakamlar hükümeti temsil eder. Kaymakamlar da resmi bayramlarda ve hudut görüşmelerine gittiklerinde devlet temsil etme hakkına bürünür, araçlarına Türk Bayrağı asma hakkına kavuşurlar. Serhat Şehrimiz olan Kars’ın pek çok ilçesinde sık sık Sovyetler Birliği yetkilileriyle hudut görüşmelerine gidilecek olması nedeniyle sık aralıklarla fors direğine asılan bayrak gün olmuş artık indirilmemiş ve hep orada kalmış. Öyle bir uygulamaya dönmüş ki arabada bayrağın asılı olmadığı görüldüğünde arabada kaymakamın olmadığı varsayılmış. Yanlış anlaşılma olmasın diye orada görev yapan kaymakamlar mevcut uygulamanın aksine arabalarında hep ay yıldızlı bayrak dalgalandırmışlar. Yalnız başına bu bile kaymakamlara övünmeleri için yeterli sebep değil mi?
        Eskiden Kars Şehrine şimdilerde ise Ardahan’ın il olması nedeniyle buraya bağlanan Çıldır İlçesinin serhat şehir olma konumunun dışında, ahalisinin gurur duymalarını haklı kılacak daha pek çok sebep vardır. Öncelikle insanını anlatmaktan başlamalıyım. Orta Asya’daki güzel gelenekleri bütün canlılığıyla hala yaşatmakta Çıldır’da Terekeme dediğimiz insanlar. Bir kere kapısından avlusundan her kim geçiyorsa içeri buyur edilir; cömertçe konur önüne ambarda kilerde ne varsa. Balın, kaşarın, çeçil peynirin en lezizi o sofralarda ikram edilir. Ya o kaz eti! Benzeri bir lezzet var mı ki dünyada; sanmam. Anlayacağınız; fakiri ile zengini gönül zenginliğinde eşittir.
       Daha neler anlatılmaz ki! Sürü sürü mor koyunların, yerli sarı ırk sığır nahırlarının dolaştığı o uçsuz bucaksız yaylalarını, bal yapan arıları her daim konuk eden o rengârenk çiçek tarlalarını andıran düzlüklerini anlatmadan geçmek olur mu hiç? Sarı, mor, kırmızı, eflatun… Oralarda her rengi doyasıya seyreder gözleriniz. İçiniz açılır. “Oh be! İyi ki buradayım” dersiniz.
        Peki, kış aylarında iki metre kalınlığa ulaşan buzla kaplanan o meşhur Çıldır Gölüne ne denmeli? Çıldır Gölü öyle alelade bir göl değil, bilesiniz. Güzelliklerini yaz aylarında başka kış aylarında başka türlü sunar size. Orada dünyanın en lezzetli balıkları saç içinde kızarmış afiyetle midenize indirmeniz için sizi bekler. Çıldır Gölü, kış aylarının eksilerde seyreden soğuklara karşı koyamaz ve kalınlığı yer yer iki metreyi bulan bir buz tabakasıyla örtünür. Sonra yağan yeni karlar birikir o dümdüz buzlar üstünde. Derin göl, artık insanların at sırtında, kızak üstünde, hatta kamyonlarla güvenle yük ve yolcu taşıdıkları bir alana dönüşür. O aylarda bir düz tarla gibi gelir size. Altında derin suların yatmakta olduğunu bilmeyenler inanmaz anlatılanlara. Bir defasında makam arabamla o buzlar üzerinde şöyle bir küçük gezintiye çıktığımda korkmadığımı söylesem yalan söylemiş olurum.
        Çıldır Gölü ve küçük kardeşi Aktaş Gölünde yaşayan yüzlerce tür kuşlar seyrinize amade bir renk cümbüşü sağlar. Çocuk çobanlarca güdülen kaz sürüleri, yılkı at sürülerini andıran görüntüler, bahar aylarında sürüyle gezen tilkiler hep dikkatimi celp etmiştir.
Kaz eti kurutularak saklanır kışın o soğuk ve ayazlı günlerinde yenmek için. En gözde misafir için hazırlanan sofraların süsüdür kuru kaz eti. İtiraf etmeliyim ki ben bu enfes lezzete pek alışamamıştım. Oysa yörede yetişmiş pek çok bürokrat ve iş adamları İstanbullardan Ankaralardan koli koli kurutulmuş kaz etini ısmarlar. Alıştıkları o lezzetten bir türlü vazgeçemezler. Zamanın İlçe Milli Eğitim Müdürü Ziyaettin Beyin seksen tane kaz kestiğini hayretle izlemiştim. Bunların yarısını şehir dışındaki dostlarına hediye olarak göndereceğini nakletmişlerdi komşuları.
        Doğal güzellikleri ve çevredeki tarihi kalıntılarıyla büyüleyen Çıldır’da Sovyetler Birliği ile komşu olmak gibi bir ayrıcalık yaşanıyordu. Ayrıcalık kimi zamanlar yörede yaşam savaşı veren cefakâr ve çalışkan insanlar için cefaya dönüşebiliyordu. Sınırın neredeyse sıfır noktasına kadar uzanan topraklarını eken, biçen elleri nasır vatandaşlarımızın hayvanları, sık sık sınırı aşarak Ruslara esir düşebiliyordu. Yöre insanımız bu sıkıntıları yaşarken Rusların tuzu kuruydu. Çünkü onlar, sınıra yakın bölgeyi tamamen insansızlaştırmışlardı. Bizim tarafa geçecek insan bırakmamışlardı, geçenler yalnız kuşlardı, yabani hayvanlardı. Sistemlerinden kaynaklanan endişeleri vardı galiba. Vatandaşlarının iltica edeceklerinden korkuyorlardı. İşte öyle hallerde hemen başlıyordu resmi temaslar. Görüşme mektupları karşılıklı teati ediliyor, heyetler oluşturuluyor, protokoller imzalanıyor vs..vs..
        İki komşu ülke heyetleri arasında ayda birkaç kez tekrarlanan yemekli, ikramlı ve hediye teatili hudut görüşmeleri benim görev yaptığım dönemde oldukça ilginç sayılabilecek gözlemler yapabilme olanağı tanımıştı bana. Gördüğüm her şey şaşırtmıştı beni. Nasıl şaşırmayayım? Yıllarca üniversitelerde, meydanlarda, mitinglerde anlatılan o sükseli sosyalizmin sonucu olabilir miydi bu gördüklerim. Nerede refahı, mutluluğu yakalamış sosyalizmin şahsiyetli bireyleri? Burada gördüklerim anlatılanlara uymuyordu. Yokluk ve yoksulluk içinden gelmiş nerdeyse her şeye muhtaçlardan oluşan bir heyetle karşılaşıyorduk her hudut görüşmesinde. Burnu açılmış boyasız ayakkabılarını mı anlatmakla başlayayım, yoksa hayatında ilk kez kutu içinde meşrubat gören, o güne kadar yalnızca resimlerini gördükleri muz meyvesine nasıl saldırdıklarından mı? Filtreli sigarayı ilk kez içtiklerini söylesem “hadi canım sen de” demeyin lütfen. Her hudut görüşmemizde hediye ettiğimiz sigara paketlerini gizlemek için öğrenciliğimizde hocalarımıza yakalanmamak için çoraplarımızın içine saklama tekniğini Rus subaylarından bir kez daha hayret ve ibretle seyretmek hem şaşırtıyor hem de üzüyordu beni. Çakmak, kalem gibi şeylerin tamamı o gün bizden onlara doğru olmak üzere aramızda el değiştiriyordu.
       Sık aralıklarla görüştüğümüz, bir nevi dost ve ahbap olduğumuz Rus subaylar, perişan hallerini artık saklamaz olmuşlardı bizden. Her görüşmeye gittiğimizde onlar için şeker, yağ, makarna götürür olmuştuk. Şahit olduğumuz manzara üzerinden bize anlatılan sosyalizmin gerçek yüzünü görür olmuştuk. Hakça paylaşma ideali üzerinden siyaset yapan bir sistemin üretememe kıskacına girerek koca bir toplumu nasıl yiyip bitirdiğini, insanını ekmeğe aşa muhtaç kıldığını anlatan önümüzdeki küçük bir örnekten ibret bir vakayı hayretle izliyorduk.
       Düşündükçe kafam karışıyordu; Hayır! Bu kadar da basit değil diyesim geliyordu. “Koca bir dönemi kasıp kavurmuş, gençliğe ilham kaynağı olmuş yüzlerce teorisyen, felsefi düşünür, siyasetçi yanılmış olamaz” diyorum. ABD’de başlayıp oradan Avrupa’ya sıçrayan sonra da bütün dünyaya yayılan 68 hareketini düşünmeden edemiyordum. Daha çok özgürlükçü ve anti-otoriter bir felsefeye sahip olduğunu iddia eden, bunun yanında gelişmiş kapitalizmin bireyci ve liberal anlayışına bir başkaldırı anlamına gelen ve bizim kuşağın da tanışık olduğu o anlı şanlı 68 kuşağını nereye koymak gerekiyordu bu durumda?
Sovyet sisteminin ayrıcalıklı sınıfını teşkil eden o subayların yoksul ve perişan hallerini görünce bir kere daha “vay be!” diyesimiz geliyordu. Son yüz yılda allayıp pulladıkları sosyalist sistemin insanları bu duruma getirdiğini gördüğümüzde “yakın geçmişte onca olumsuzlukları neden yaşadık” diye düşünmekten alıkoyamıyorduk kendimizi. Peki, öyleyse bu uğurda savaş vermiş 68 kuşağı bazı kesimlerce neden efsaneleştirildi. Hani Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan ve arkadaşları birer masal kahramanıydı. Hani adeta kötü adamlarla savaşan şövalyelerdi onlar.
Düşündükçe aklıma kaçırır gibiydim. Bir sürü soru ardı ardına zihnimi kemiriyordu. Kandırılmış ve aldatılmış 68 kuşağı, işlenen cinayetler, soyulan bankalarla Türkiye’deki anarşi ve terörün yolunu açtığı hususunu unutmak mümkün müydü? 68 hareketi, ülkemizde yetmişli yıllarda tırmanan terörün altyapısı değil miydi? Bu hareketin temel özelliği; yerli ve milli olan her değere yabancılık ve düşmanlık değil miydi? 68’in kahramanları Mao, Lenin, Stalin, Che Guevera gibi kan dökücü insanlar değil miydi? Che Guevera “gerilla savaşı” adlı eserinde: sosyalist devrimin silahlı dar bir öncü grubun eylemleri ile başarılacağını savunmamış mıydı? İşte bu Che Guevera ülkemizde 60’ların sonlarında başlayan ve 1970’ler boyunca devam eden siyasal şiddetin ilham kaynağı olmamış mıydı?
        Türkiye deki 68 kuşağının öncülerinin, o dönem içinde darbecilerin, cuntacıların çıkar ve amaçları doğrultusunda kullanıldıklarını hatırlamam zor olmamıştı; çünkü o dönemden sonra gelen gençlik grubundanım ben. 78`liler deniyor bizim kuşağımıza. Bizler 68`in ikinci evresiydik. Ama daha şanssız ve acılı bir evre. Parkta sokakta her adım başı önümüze çıkan kitapçı raflarında bin bir türlü sosyalist eser gözümüze ilişir dururdu. Marks’tan, Lenin’den, Stalin’den, Troçki’den kitaplar. Dahası her ülkeden türlü türlü yazarlardan neşredilen kitaplar hangi kaynaklarla finanse edilerek okuyucuya ulaştırılabildiğini anlamakta zorluk çekiliyordu.
         Pos bıyıklı, parkalı zorba gençler yolunu keser, alması için bu kitapları uzatırlardı gelip geçenlere. Garibim vatandaş; okusa da anlamazdı o felsefi dili. İşine yaramaz yaramasına da ya karşı gruptanmış gibi düşünülüp dayak yiyebileceğinden endişelenirdi. Baskı ve korku kimi zaman işe yarıyor, parkalı, pos bıyıklılar satardı bu yabancı kitapları onlara. Vatandaşın okuyup okumaması çok da önemli değildi onlar için. Yapmak istedikleri şey; okunmasa da kitapları birilerine satarak ekonomik destek sağlamaktı ideolojilerine.
        Üniversitede, fabrikada, sokakta karşılaştığınız bu genç insanlar size biraz da küstahlıkla anlatırlardı hiç yaşamadıkları, görmedikleri o anlı şanlı sosyalizmi. Onlara göre; sosyalizm, iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan düşünce sistemiydi. Adeta ilahlaştırdıkları Marksist teoride sosyalizm, kapitalizmin yerini alacak ve daha sonra sosyalist yapı kendiliğinden söneceğinden komünizme dönüşecek bir topluma işaret ederdi. Marksizm komünizmin teorik ve felsefi zemini, komünizm ise sosyalizmin halefi olarak gelişecek toplumsal sistemdi. Onlara göre; uygulamanın teoriyi takip etmede bir sorun yoktu. Parti ve Sovyet ülkesi artık yeni bir aşamaya, sınıfsız, sosyalist toplumun kuruluşunu tamamlama aşamasına girmiş, sömürü yok edilmişti, SSCB’de yeni bir toplum yani “sosyalist toplum” kurulmuştu.
        Onlar hikâyelerini anlatadursun çürüdüğünü ve insanlarını sefalete sürdüğünü bizzat gözlemlediğimiz o sistem, Sovyetler Birliği`nde 1985 yılında işbaşına gelen Gorbaçov ve onun kadrolarıyla başlayan, "glasnost" (açıklık) ve "perestroyka" (yeniden yapılanma) parolasıyla hız kazanan uygulamalar sonucu yıkılma sürecine girdi. Komünizm ideallerinde, Marksist-Leninist öğretide büyük bir kargaşa yaşandı. Doğu Avrupa`daki sosyalist sistemlerin ardı ardına yıkılmasını Sovyetler Birliği`nin düşmesi izledi. Rusya, Ukrayna ve Belarus cumhuriyeti yöneticileri Aralık 1991`de Sovyetler Birliği`nin dağıtıldığını ilan ettiler. 1917 Ekim Devrimiyle başlayan sosyalist iktidar dönemi böylece resmen de sona erdi.
        Sosyalizmin öldüğüne, Marksizm’in gününü doldurduğuna hiç bir şekilde inanmıyorlardı pek çok zavallı. Her şeye rağmen bazı sosyalist çevreler, sınıflı toplum tarihe gömülmedikçe, mülkiyet sorunu çözülüp baskı ve sömürü tasfiye edilmedikçe sosyalizm ideali ve bu ideal uğruna mücadele, bugüne kadar olduğu gibi, bundan böyle de var olacağını büyük bir iyimserlikle iddia etmekteler. Doğu Blokunun yıkılışının sosyalizmin iflası veya çöküşü gibi gösterilmesi kocaman bir yalandı onlara göre.
       Ancak ne söylenirse söylensin 1990’ların başından beri yeni bir döneme girildiği de açıktır. Sadece Stalinizmin değil, onunla birlikte tüm versiyonlarıyla bir bütün olarak sosyalist hareketin de büyük bir boşluğa düştüğü, küresel ölçekte işçi hareketinin gerilediği, sosyalizme inançsızlığın ortalıkta kol gezdiği yeni bir dönemin yaşanmakta olduğu inkâr edilemez.
        Sosyalizmin aleyhine köklü biçimde değişmiş olan güçler dengesi, hep böyle mi kalacaktır? Yoksa işçi hareketi kaçınılmaz olarak yeniden yükselecek, bağlı olarak sosyalist hareket de tekrar canlanacak mıdır? İyimser sosyalistlere göre; 1934’de adına sosyalizm denen ve zafer kazandığı iddia edilen şey: devlet kapitalizmidir. Proletarya diktatörlüğü diye lanse edilen despotik rejim ise bürokratik diktatörlüktür. Yine onlara göre, son zamanlarda Rusya’da ve eski Doğu Bloku ülkelerinde devlet kapitalizminden özel kapitalizme dönülmüştür.
       Köhnemiş ideolojilerine hatırı sayılır miktarda taraftar bulmasa da onlar, hikâyelerini anlatmaya devam ediyorlar.

Ömer Adar
Ordu Vali Yardımcısı