DİN VE MİLLİYETÇİLİK

DİN VE MİLLİYETÇİLİK

ARDAHAN AK PARTİ MİLLETVEKİLİ PROD.DR ORHAN ATALAYIN MAKALESİ

 

       Hatırlanacağı üzere Batı toplumlarını ortaçağ karanlığından kurtarmak amacıyla gerçekleştirilen Fransız Devrimi’nin öncelikli amacı toplumu Kilise’nin ve krallıkların tasallutundan kurtarıp onları ‘özgürleştirmekti’.

      Kilise’nin insan ve toplum üzerindeki otoritesini bu gerekçe ile yıkan Devrim ikinci aşamada insanı kutsaldan bütünüyle arındıran profan/seküler bir kültürel, siyasal ve sosyal yapı inşa etmeyi hedeflemişti. Bunu da laiklik ve milliyetçilik dişleri ile çalışan bir mekanizma ile tamamlamak zorundaydı. Nietzsche’nin sembolik ifadesiyle ‘Tanrıyı öldüren’ bu mekanizmayı giyotinlerle cebren icra eden devrim sosyal dokuyu oluşturan en güçlü bağı, yani din bağını ortadan kaldırınca farkına varmadan ciddi bir psiko-sosyal krizle karşı karşıya gelmişti. Bu krizi atlatmak amacıyla farklı bir bileşen aramış ve sonuçta ‘milliyetçilik’ kavramıyla tanımlanan bir çözüm bulmuştu. Bu çözümde dini bağın yerini ortak dil, tarih ve kültür alacaktı. Oysa maddi değerler ötesinde aşkın ve tercih edilebilir değer yargılarına sahip özellikle İslam ve Hıristiyanlık gibi dinler birden fazla dil, kültür ve tarihe sahip toplulukları içeriyorlardı. Bu da söz konusu dinlerin yaygın olduğu coğrafyalarda milliyetçiliğin ayrıştırıcı olmaktan öte bir rol oynamayacağı demekti.

       Öte yandan ortaçağ batı toplumları ‘meşru din sadece kralın dinidir’ esaslı örgütlendikleri için nispeten homojen yapılar içeriyordu. Ortaçağ Avrupa’sında sık sık yaşanan ve 7, 30 hatta 100 yıl süren mezhep savaşlarını hatırlayacak olursak, bir insanın başka bir kralın mezhebinden olması, kendi kralı için potansiyel bir tehlike sayılır ve buna asla izin verilmezdi. Hıristiyan mezhepleri arasındaki ilişkinin farklı hatta karşıt dinler arasındaki ilişkiye benzer şekilde işlediğini de hesaba kattığımızda bu toplumlar büyük oranda aynı dil, kültür ve tarihe sahiptiler. Mesela Hıristiyanlıkta bir Ortodoks’un bir Katolik ile veya bir Protestan ile evliliği caiz değildir. Bu ve benzeri durumların Hıristiyan toplumlar arasında bir entegrasyona izin vermeyeceği ise açıktı. Bu halleriyle tanıştıkları milliyetçiliğin orada iç sosyal dokuya fazla zarar vermesi zaten mümkün değildi.

        Bize gelince, milletler sistemi şeklinde teşekkül etmiş Osmanlı İmparatorluğun ana kütlesi Müslümanlardan oluşmaktaydı. İslam mezhepleri arasındaki ilişki keyfiyeti ise Hristiyan mezheplere asla benzemiyordu. Çünkü İslam’da farklı mezheplere mensup olmanın hiçbir engelleyici hükmü olmadığı gibi kitap ehli, yani kutsal bir kitaba sahip dinlere mensup kadınlarla evlenmek de caizdir. Bu nedenledir ki, İslam dünyasında baştan beri dini sınırları aşan sosyal bir entegrasyon imkanı her zaman var olmuştur.

     1927 yılında önce CHP’nin altı okundan sonra da anayasanın esaslarından birisi olarak icra edilen milliyetçilik de dil esaslı olarak tanımlandı. Oysa bu tanım farklı dil ve kültürlere sahip Müslüman unsurlardan teşekkül eden sosyolojik kütlemizi kuşatamazdı. Bu zorluğu aşmanın tek bir yolu vardı; o da asimilasyon, ret ve inkar yöntemleriydi. Dün nice trajedilere neden olan bu yöntemin bugün için bir insanlık suçu oluşturduğu gerçeği karşısında yapılacak tek şey bu projeden vaz geçmek olacaktır. Bu da zorunlu olarak bizi yeni bir tanıma götürecektir. Doğru tanımın zihinsel kurgudan değil sosyal realiteden hareketle yapıldığını ise hatırlatmak isterim.

       Görüldüğü üzere milliyetçilik öyle milleti, vatanı, bayrağı sevmek ile izah edilecek matah bir şey değil, aksine İslam temelinde teşekkül etmiş koca bir kütleyi parçalama projesinin adıdır. Nitekim bu tartışmaların iyice alevlendiği yüzyılın başında bu akıma karşı çıkan İslamcılar, çok da haklı olarak milliyetçiliği kavmiyetçilik diye isimlendirmişlerdi. Kavmiyetçilik ise Peygamber’in dili ile lanetlenmiş ve bir cahiliye örfü olarak İslam’a göre ayaklar altına alınmıştır.